Paskalya... İnsanlığı günahlarından arındırmak için bir ölümlü gibi dünyada yürüyecek kadar sevgimizle dolu Tanrımız İsa'nın çarmıha gerilişinin üçüncü günü. Efendimizin diriliş günü. Paskalya... Çarmıhtaki İsa ile kahrolan Hristiyanlara verilen ikinci umudun günü
Manastırın loş odalarından birisinde Paskalya gecesi ayininden sonra düşüncelerine çekilmiş olan Achilleus'un aklından geçenler aşağı yukarı böyleydi. Aşağı yukarı, çünkü bir yandan "Hristos, Hristos" diye tekrarlayan, yarı vecd haline gelmiş rahibin içinden bile seslendiremediği daha derin düşünceleri, sapkınlıkları vardı. İçinde bulunduğu hal, bu sapkınlıklara karşı onu daha dayanıklı hale getirmenin aksine, daha zor durumda bırakıyordu. Bir kaç dakika önce, ayin sırasında, manastırın ayin salonunda Paskalya gecesinde adet olduğu üzere yakılan binlerce mumun etrafa yaydığı koku rahibi şu an bulunduğu hale sokmuştu belki de. Dünya ile bağları bulanık bir halde bir yandan Paskalyanın anlamı üzerine düşünürken bir yandan da peşini bir türlü bırakmayan şeytanla mücadele etmeye çalışıyordu.
1360 yıl önce... 1360 yıl önce Tanrının oğlu aramızda yürüyerek yoldan iyice sapmış biz insanoğluna son şansımızı bahşetti. Ah nankör insan! Sana meleklerin kanatları sunulmuşken, nasıl da gidip şeytanın zincirlerini seçiyorsun!
Evet, Efendinin teşrifinden 1360 yıl sonra insanlık savaşla, büyüyle, sapkınlıkla, kafirlikle kendisine gönderilen mesajı anlamadığını gösteriyordu tekrar tekrar. Dünyanın karanlığı rahibin odasının karanlığı gibiydi, masanın üzerindeki zayıf mum ışığı ise İsa'nın sunduğu umut ışığı gibiydi. Titrek, her an sönebilecek gibi duran, ama yine de karanlığa karşı tek ümit, tek kurtarıcı olan bir ışık.
Şeytanın zincirleri... Meleklere özenen insanın, zincirlerle dünyaya bağlı olması ne acı!
Belki de acı olan, Tanrı'nın insanı yer yüzüne bağlamasıdır. Belki de bu zincirlerin yaratıcısı O'dur
Odasında karanlıklar içinde, elindeki tek ışığa sarılmaya çalışan rahibin durumu, insanlığın durumuydu; onun şüpheleri, insanlığın şüpheleriydi. O, kendisi seçmemişti dünyaya atılmayı; kendisi seçmemişti bir rahip olmayı; istememişti dünyanın bütün zevklerinden kendini mahrum bırakmayı... Yolunu başkaları seçmişti, ismini seçtikleri gibi. Kraliyet ailesinin yan dallarından birine mensub birisi olarak siyasetten uzak tutulması gerekiyordu ve İmparatorluğun bekası için rahip olmaya zorlanmıştı. Kendisine çizilen yolda özgürlüklerinin peşine düştü elinden geldiği kadar. Özgürlüğünün elinden alındığı günlerde sarılabileceği tek şeyi, garip bir şekilde, ismi olmuştu. Antik dünyadan bir kafirin adını vermişlerdi ona küçükken, ve bir rahip olduktan sonra bile bu isimden vazgeçmedi, ona daha çok yapıştıi. Gizli gizli kafir yazarları okumaktan zevk aldı her zaman; bazen de açık açık, Antik Yunancasını ilerletip İncilleri daha iyi anlamak bahanesiyle. Bu çelişkiler ona acı veriyordu, hele böyle zayıf düştüğü düşüncelerinin allak bullak olduğu zamanlarda dayanabilecek gücü kalmıyordu.
Ama samimi bir mümindi de aynı zamanda. Ne Tanrı'dan, ne İsa'nın misyonundan ve tutkusundan bir an şüphe etti. Git-gelleri ile de olsa bir Hristiyandı; ve git-gelleri olduğu için bir insandı. Şüphelerinden dolayı kendisinden utanmıyordu, hatta bazen samimi olduğu rahip dostlarına bunları anlatıyordu. Sırf bu yüzden, manastırdaki bütün rahiplerden daha insandı, ve kurtulmaya, Tanrı'nın ışığına ulaşmaya daha layıktı.
O bu düşünceler içerisinde kıvranırken, Loş odanın kapısı aniden açıldığında, içeri dolan ışık Achilleus'un gözlerini olduğu gibi düşüncelerini de allak bullak etmişti:
"Achilleus Komnenus, Baba ve Oğul hakkında yaptığınız ileri geri konuşmalar dolayısıyla kutsal mahkemede yargılanacaksınız!"